“DOĞA”
BÖYLE KORUNAMAZ BENCE…
“Bir
şey ne zaman değişir ve doğası başkalaşırsa o anda önceden ne var idiyse, onun
ölümü gelir.” (Titus Lucretius Carus; MÖ 95-55)
Merhaba;
“Doğayı” korumaktan her söz edildiğinde, aklıma çeşitli
sorular geliyor. Sözgelimi;
“Doğayı”
niçin koruyacağız?
“Doğanın”
nesini koruyacağız?
“Doğayı”
kimlere karşı koruyacağız?
“Doğayı”
kimler için koruyacağız?
“Doğayı”
nasıl koruyacağız?
“Doğayı”
kimler koruyacak?
Neredeki
“doğayı” koruyacağız?
Hangi
“doğayı” koruyacağız?
“Doğa”
korunacak bir çocuk ya da yaşlı, kadın, sakat, hasta yahut bir hayvan ya da
bitki midir?
“Biz”
kimiz, koruyucu şövalyeler miyiz; olabilir miyiz?
vb.
Çevreme bakıyorum, bu türden soruların hemen hemen hiçbir
düzlemde sorulmadığını görünce hem üzülüyor hem de kaygılanıyorum. Ancak yine
de;
“- Acaba, „doğa‟ oralarda bir yerlerde, benim
bilmediğim bir şey; sözgelimi bir varlık ya da bir ortam yahut bir süreç
midir?”
sorusu aklımdan çıkmıyor. Dahası, sorularım hiç bitmiyor.
Sözgelimi;;
“- Peki; ben, biz „doğanın‟ nesi oluyoruz?”
sorusunu yanıtlamaya çalışıyorum bu kez de. Kendime “eşref-i
mahlûk” yakışırmasını yapıp işin içinden sıyrılmak ise “benim tarzım” değil;
yaşamı boşlayamıyorum.
Öte yandan, ayağa düşürülmüş “doğa” ya da “doğal”
nitelemelerinden ise artık “fena halde sıkıldım”. Neymiş*;
*
“Doğa
Dostu Tarım”, “Doğa Turizmi”, “Yeşil Doğa”, “Doğa Savaşçıları”, “Doğa İle
Barış”, “Doğa Dostları”, “Doğa Okulları”, “Doğa Kariyer”, “Doğa Girişim”, “Doğa
Koruma Dairesi”, “Doğa Koruma Merkezi”, “Doğa Yürüyüşü”, “Doğa Restorasyonu” ya
da,
“Doğal Doğum”, “Doğal Anne”, “Doğal Çocuk”, “Doğal
Ebeveynlik”, “Doğal Ek-mek”, “Doğal Yaşam Oteli”, “Doğal Halı Yıkama”, “Doğal
File”, “Doğal Öğretim”, “Doğal Tedavi”, “Doğal Sağlık Danışmanı”, “Doğal Yapım
Atölyesi”, “Doğal Bebe-ğim” vb.
Yukarıdaki sorular yanıtlanmadıkça; “doğa” nesne ya da özne
olarak görüldükçe, “doğal” sözcüğü sıradan bir nitelemeden öteye geçmedikçe,
bence;
“doğanın”
korunmasına yönelik gerçekçi, dolayısıyla istendik doğrultuda kalıcı sonuçlar
verebilecek stratejilerin, politikaların geliştirilebilmesi,
yeterince
etkin uygulamaların yapılabilmesi, dolayısıyla
“doğanın
korunabilmesi”
en iyimser söylemle rastlantısaldır.
Şimdi durup dururken (!),
Sözgelimi, Çelik Aruoba‟nın1
“Doğa‟ diye bir kavram türetip (!),
karşımıza aldığımız, temelde, biziz –ne demek „doğa ile insan‟…O, budalaca
„karşımıza‟
aldığımız–çözümleyip kurumsallaştırdığımız- bütün, bizim (“homo sapiens”!), bir
parçası olduğumuz bütündür .”
ya da John Fowles‟in2;
“Doğa, şu ya da bu şekilde bizim dışımızda, etrafı çevrilmiş
ve yabancı, ayrı olarak görüldüğü sürece, doğayı hem dışımızda hem içimizde
yitiririz. Kişisel ve genel, insani ve insan dışı olmak üzere bu iki doğa
ayrılamaz; doğanın ya da yaşamın kendisi bir başkası aracılığıyla yalnızca
başka insanların gözlemleri ve bilgileri aracılığıyla gerçek anlamda asla
anlaşılamaz. ”
yahut Marks‟ın3;
“İnsan, araçsız olarak doğa varlığıdır. Doğal varlık ve
yaşayan doğal varlık niteliğiyle o bir yandan doğal güçlerle, dirimsel güçlerle
donatılmıştır; etkin bir doğal varlıktır… Öte yandan, doğal, etten ve kemikten,
duyarlı, nesnel varlık niteliğiyle insan, hayvan ve bitkiler gibi edilgin,
bağımlı ve sınırlı bir varlıktır .”
sözleri aklıma geliyor.
Anlayacağınız, kafam çok karışık. Ama bir de saygıyla andığım
felsefecimiz Nermi Uygur şu tezi öne sürmemiş mi,4 ne düşüneceğimi, nasıl
düşüneceğimi hepten şaşırıyorum:
“Doğayı kavramlaştırarak, kavramlara yaslanarak sözüm ona tüm
özüyle dile getir-meye yeltenmek, insanın kimliğini fotoğrafında yansıtmaya
kalkışmak gibi bir şey .”
Tüm bunlardan bilgiçlik taslamak amacıyla söz ettiğimi
düşünmezsiniz umarım, Söz ettim çünkü; “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma
Kanunu Tasarısı” bir kez daha gündeme getirildi; dolayısıyla 2010 yılından beri
yapılagelen tartışmalar da yeniden başladı. Tasarı hemen hemen aynı içerikte
olunca tartışmalar sırasında öne sürülen tezler de pek değişmedi. Anlaşılan,
siyasal iktidarın söz konusu yasa tasarısıyla yapmak istedikleri yine tüm
boyutlarıyla kavranamadı. Oysa, son yedi sekiz yılda kavranmasını
kolaylaştıracak o denli çok şey yaşandı ki ülkemizde…
Siyasal iktidar, “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma
Kanunu” tasarısıyla ne yapmaya çalışıyor?
Çok açık bence: (i) deyim yerindeyse, “göz boyamaya”
çabalıyor; (ii) tam da 6831 sayılı Orman Kanunu‟nda olduğu gibi, “doğal”
süreç, ortam ve varlıkları “en geniş anlamıyla kamusal”* olmaktan çıkarıp
daha kolay ticarileştirmek istiyor. Şaşırtıcı mı; kesinlikle değil, deyim
yerindeyse, “eli mahkûmdur”: Onbeş yıldır ısrarla ya-şama geçirmeye çalıştığı
ekonomi politik yönelimler bunu gerektiriyor çünkü. Üstü-ne üstlük, 450 milyar
Dolara yaklaşmış dış borcu ödemek için satabileceği başka kamusal varlık
neredeyse hiç kalmadı. Marks‟ın şu ünlü tezini kaç kez
yinelemişimdir kim bilir:
* “En geniş anlamıyla kamusal hizmet” ise bu
bağlamda yalnızca çeşitli toplumsal sınıf ve katmanları değil bunların yanı
sıra gezegenimizdeki tüm varlıkları da kapsayacak anlamda kullanıyor;
kullanılmasını, en azından yalnızca insan odaklı “kamu” kavramının
sorgulanmasını öneriyorum; biliyorsunuz, “önerenin bir yüzü kara…”☺
“Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser !”
Kesmiyor mu?
Öyle anlaşılıyor ki siyasal iktidar, başkanlarının da
söylediği gibi, gerçekten de “ustalaşmış”☺;
ülkemizin biyolojik çeşitlilik varlığı yönünden de ne deni varsıl olduğunun
ayırtına varmış ! Türkçemizde siyasal iktidarın çabasına uygun düşen güzel bir
özlü söz vardır: “Züğürtleyen kasap eski defterleri karıştırırmış” (!) Orman ve
Su İşleri Bakanı‟nın
TBMM Çevre Komisyonu‟nda söyledikleri de bu gerçeği
açıklıkla ortaya koyuyor:
“İlan edilmiş korunan alanlarının sınırları bu tasarı
hükümlerine göre değiştirilebileceği, kısmen veya tamamen farklı koruma
kategorisi kapsamına alınabileceği ve-ya ilan edilmiş koruma kararının
kaldırılabileceğine yönelik düzenleme getirildiği” …
“Korunan alanlar içerisinde yer alan taşınmazlar ile
taşınmazlar üzerinde bulunan yapı ve tesislerin, planlarına uygun olarak
yapılması, kullanılması veya işletilmesi maksadıyla izin, tahsis ve kiralama
işlemlerine yönelik düzenlemeler de yapıldığı…” …
“…tabiatın ve biyolojik çeşitliliğin korunmasına katkı
verecek ilgililere destek ve teşvik verilmesine yönelik düzenleme…” …
“Özel Çevre Koruma Bölgeleri içerisinde kalan, yaban hayatı
koruma ve geliştirme sahaları ile milli park, tabiat parkı, tabiat anıtı ve
tabiatı koruma alanlarının da iptal edilmesine yönelik düzenlemeye gidildiği…”
TBMM‟nin 8 Kasım 2017 tarihli basın
duyurusunda yer verilen bu açıklamalar tam da 18. Yüzyıl Osmanlı
Sadrazamlarından Mehmet Ragıp Paşa‟nın bir gazelinde geçen;
“Şecaat arz ederken merd-i Kıptî sirkatin söyler”
dizesini akla getiriyor. Orman ve Su İşleri Bakanı başka ne
söylesin ki…
Bu
nedenle, 2009 yılından beri izlediğim; gündeme getirilen yasa tasarıları
üze-rinde aklım yettiğince çalışmalar yapıp ilgili olduklarını sandıklarımla
paylaşmaya çaba gösterdiğim söz konusu Tasarı üzerinde yeni bir ayrıntılı
inceleme yapmayacağım. Deyim yerindeyse; Erich Maria Remarque‟nin ünlü
romanının adındaki söylemle;
“Batı cephesinde yeni bir şey yok”
çünkü. Ancak, Tasarının tartışılması sırasında öteden beri
sergilenen yanılsamalar da sürdürülüyor. Bu kez bu yanılsamaların başlıcalarına
değinmekle yetineceğim.
Gelelim yaygın temel yanılsamalara…
“Doğal” sayılan süreç, ortam ve varlıkların “korunmasına”
yönelik duyarlılığın, yanı sıra, kimileyin sonuç alıcı etkinliklerin yaygınlaşması
sevindirici bir gelişmedir kuşkusuz. Bu çabalara girenlere, özveride
bulunanlara ben de içtenlikle teşekkür ediyorum; sağolsunlar! İsterim ki bu
çabalar çok daha etkin olsun. “- Peki sence nasıl olabilir?” derseniz, şimdilik
yalnızca şunları söyleyebilirim:
(1) “Doğa” korumada temel yönelim –“strateji”?- tek tek
ortamların ya da varlıkların korunması olmamalıdır ! Bu da gereklidir ve bu
doğrultuda elden gelen yapılmalıdır kuşkusuz. Ancak, çokça bilinen ama nedense
üzerinde gerektiğince durulmayan evrensel bir olgunun hiçbir düzlemde gözden
kaçırılmaması gerekiyor:
“Doğal” sayılan ortamlar ile varlıklar, doğal süreçlerin
sonucudur.”
Başka bir söyleyişle;
“Doğal” sayılan ortamlar ile varlıkların niteliği ve niceliği
doğal süreçler tarafından belirlenir; doğal süreçler ise herhangi bir sınırla
sınırlandırılamaz !”
Açıktır ki, bu olgu, doğal süreçler, ortamlar ile varlıkların
birbirlerini içerdiği gerçeğinin göz ardı edilmesine yol açmamalıdır. Bu
nedenle, öncelik ve ağırlık doğal süreçlerin bozulmamasına verilmelidir bence.
(2) Öncelik ve ağırlık doğal süreçlerin korunmasına
verilecekse eğer, korumacı çabaların da “doğal” sayılan süreçlere, ortamlar ile
varlıklara zarar verebilecek yaşama kültürlerinin ama daha çok da, sözgelimi
turizm, bitkisel üretim, hayvancılık, ağaçlandırma, madencilik, ormancılık,
yerleşme, ulaşım vb etkinliklerin zarar vermeyecek doğrultuda dönüştürülmesine
verilmelidir. Daha açık bir söyleyişle, korumacı kaygılar, başlıcalarını
saydığım etkinlik alanlarına iliş-kin strateji, politika ve eylemlere
içselleştirilmelidir. Tek tek ortam ve varlıkların korunmasına indirgenmiş
çabalar, deyim yerindeyse, bataklığın kurutulması yerine sivrisineklerin tek
tek öldürülmesinden öte bir sonuç vermez.
(3) Sınırlandırılamaz doğal süreçler, ortamlar ile varlıklara
zarar verebilecek et-kinliklerin de çok boyutlu, son derece değişken, yanı sıra
sınırlandırılamaz olması o çok sözü edilen “katılım” düzeneğinin ilgili kuruluşların
“korumacı” çabalarının her aşamasında işletilmesi gerekir. Bu nedenle,
Tasarının “Bilgilendirme ve Katılım Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma
Kurulları” başlıklı Üçüncü Bölümü insan umutlanıyor doğrusu. Ancak, bu bölümde
yer verilen 10 ile 11. maddelerini görünce umdunuz kursağınızda kalıyor.
Sözgelimi, Tasarının 10. maddesi şöyle:
Maddede bir ilkeden öteye geçmeyen bir açıklama yapılmıştır;
bir düzenleme yapılmamıştır. Sözgelimi “korunan alan” içindeki ya da “etkilenen
komşu bölgelerde” yaşamayanlar, deyim yerindeyse “ağzıyla kuş tutabilecek”
bilgi ve beceri donanımına sahip olsa da ne bilgilendirilebilecek ne de
“bilgilendirme ve değerlendirme toplantılarına” katılabilecektir. Katılabilecek
olanlar ise somut olarak açıklanmamış; hak, yetki ve sorumlulukları
düzenlenmemiştir.
Öte yandan, Tasarının 11. maddesindeyse;
“konularında Bakanlığa görüş ve önerilerde bulunacak” Tabiatı
ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kurullarına yer verilmiştir. Maddeye göre;
Tanrı aşkına;
böylesi
bir kurul gerektiğince işlevsel olabilir mi? Örneğin, 2873 sayılı Çevre Kanunu‟nun 4. maddesi
uyarınca oluşturulan “Yüksek Çevre Kurulu” ya da ilk kez 1995 yılında
Başbakanlık genelgesiyle oluşturulan, 2001 yılında çıkarılan 4641 sayılı
yasayla da yasayla dayanağa kavuşturulan Ekonomik ve Sosyal Konsey ya da 2005
yılında çıkarılan 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi İyileştirme Kanunu‟nu 5. maddesi
uyarınca oluşturulan Toprak Koruma Kurulları olabiliyor mu;
böylesi
bir kurulda karar süreçleri demokratik olarak işletilebilir mi;
Tasarının
11. maddesinde kurulması öngörülen Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma
Mahalli Kurulları‟nın
şu yapılanmasında; “korunması gerekli görülen –
kim, ne hakla, nasıl böyle bir belirleme yapabilir ki? _ doğal süreçler,
ortamlar ile varlıklarla iç içe yaşayanlara da “söz düşer mi” sizce:
Yılda en fazla altı kez toplanabilecek olan, her
toplantısında katılımcıları şimdilik ikişer bin lira alabilecek bu kurulların
yalnızca başkanları-nın çağrısı ve gerek duyması üzerine toplanabilmesi,
kararların zamanında alınması, yanlış uygulamaların engellenmesi vb gecikmelere
yol açmayacak mı; vb?
(4) Tasarı yine ağırlıkla –“yalnızca”?-
herhangi bir gerekçeyle koruma altına alınmış – “koruma statüsü” kazandırılmış
!- ortamlar ile varlıkların korunmasını dert edinmiş (!). Bu kapsamda, 2873
sayılı Milli Parklar Kanunu‟nda da yer verilen “milli
parklar”, “tabiatı koruma alanları”, “tabiat anıtı”, “tür veya habitat koruma
alanları”, “tabiat parkı”, “yaban hayatı koruma alanları” ele almış. Kısacası;
Tasarının hazırlanmasında, yine doğal süreçler yerine alan –
“arazi”?- temelli yaklaşım belirleyici olmuş. Gerçekte Tasarıyı
hazırlayanların bu yaklaşımlarını hiç yadırgamadım. Bu nedenlerini kestirmek
güç olmasa gerektir. Bu nedenler, sözgelimi Tasarıda “Yeniden Değerlendirme” başlığı
altın-da yer verilen 14. maddesinde açıklıkla ortaya konulmuştur bence:
1950‟li yıllardan bu yana herhangi
bir gerekçeyle koruma altına alınmış, söz-gelimi milli park olarak ayrılmış
alanlar;
yöre
halkı tarafından kanıksanmıştır; yaşantıları da büyük ölçüde buna göre
biçimlenmiştir;
çoğunda
alt yapı yatırımları gerçekleştirilmiş, planlama çalışmaları sonuçlandırılmıştır;
bu
amaçlarla azımsanmayacak boyutlarda kamusal kaynak ve emek harcanmıştır.
Ek olarak; 1960‟lı yıllarda ilgili birimlerin
açılmasıyla, 1970 yılında genel müdürlük düzeyinde örgütlenilmesiyle, özellikle
1983 yılında Milli Parklar Kanunu‟nun çıkarılmasıyla korumacılık
alanında son derece kapsamlı ve başarılı çalışmalar yapılmıştır*. Böyleyken,
Tasarıda böyle bir düzenlemenin öngörülmesi, siyasal iktidarın ana amacını
açıklıkla ortaya koymaktadır:
* İlgili Bakanlık tarafından yapılan bir
açıklamada; “Bağımsız Uluslararası Seyahat Sitesi TripAdvisor, Orman ve Su
İşleri Bakanlığı Doğa Koruma ve Genel Müdürlüğü’ne bağlı 16 korunan alana 4,5
ile 5 yıldız arasında puan verildiği belirtildi. Derecelendirmede 5 yıldızın en
büyük değeri temsil ettiği ve TripAdvisor’ün tam not verdiği korunan alan
sayısının 41’e ulaştığı kaydedildi.” (Erişim 30 Temmuz 2017)
Koruma altına alınmış, dolayısıyla arazi rantı da son derece
artmış yerlerin koruma dışında çeşitli kullanımlara açılması !
Maddenin temel amacı başka türlü açıklanamaz bence
***
Tasarının “Genel
Gerekçesi ”ni de okumuşsunuzdur; anımsayabilirsiniz.: 2010‟lı yılların
başında gündeme getirilen ilk Tasarının “Genel
Gerekçesi ” ile sözcüğü sözcüğüne aynısıdır. Demek oluyor ki, ilgili
Bakanın TBMM Çevre Komisyonu‟nda sözünü ettiği “büyük
bir katılım ve istişarenin” sonuçları, yanı sıra, yedi yıldır yapılan eleştiriler,
getirilen öneriler pek de dikkate alınmamıştır. Dahası; yedi yıldır ülkemizde
ekolojik, ekonomik, toplumsal, kültürel ve özellikle de kamu yönetimi
alanlarında hiçbir değişiklik olmadığı varsayılmıştır. Özür dilerim, yanlış
söyledim☻: Tasarılarda geçen parasal büyüklükler güncellenmiştir
sözgelimi☻ Bu arada, söz konusu eleştiriler ile önerilerin kimileri
uyarıcı olmuş sanırım; 2010 yılında gündeme getirilen tasarıdaki olumlanabilecek
az sayıdaki düzenlemeye “yeni” Tasarında yer verilmemiştir çünkü.
Son söz: “Genel Gerekçe
‟sinde
bir kez daha belirtildiği gibi, ağırlıkla;
“Avrupa Birliği müktesebatına uyum sağlanması ve taraf olduğumuz
uluslararası sözleşmelerden doğan yükümlülüklerimizin yerine getirilmesi…”
yaklaşımıyla hazırlanmış olan “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği
Koruma Kanunu Tasarısı”, siyasal iktidarın yaygınlaştırmaya çalıştığı söylemle;
“hayırlara vesile olmayacaktır”! “Doğa” böyle korunamaz çünkü.
***
Çok uzattım değil mi; sanki çok daha önemli başka bir işiniz
gücünüz yokmuş gibi; özür dilerim.
Saygılarım ve esenlik dileklerimle.
Yücel Çağlar
1 Oruç
ARUOBA; “„Oturup da şunu yazayım‟ diyebileceğin bir şey değil şiir, kendisi
sana „otur yaz‟ diyor, yazılma zamanı gelince”, Varlık Dergisi, 1
Ağustos 2005, Sayı 1175, İstanbul.
2 John
FOWLES; Ağaç ve Doğanın Doğası; (Çeviren Kemal Doğan), AFA Yayınları,
1996, İstanbul, Sayfa 77.
3 Karl MARX;
1844 El Yazmaları, Ekonomi Politik ve Felsefe, (Çeviren Kenan Somer),
Sol Yayınları, 1976, Ankara; Sayfa 251.
4 Nermi
Uygur, Yaşama Felsefesi, Çağdaş Yayınları, İkinci Basım, Ocak 1984,
İstanbul; Sayfa 27, 30- 31
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder