9 Mart 2017 Perşembe

Sessiz Tartışmalar-26 Doç.Dr.Yücel Çağlar

Merhaba;
Yahya Kemal Beyatlı’nın “Özleyen” başlıklı şiirinin son dörtlüğü şöyleydi; bilirsiniz:
“Akşam, güneş artık deniz ufkunda silindi,
Hulyâ gibi yalnız gezinenler köye indi,
Ben kaldım, uzaklarda günün sesleri dindi,
Gönlümle, hayâlet gibi, ben kaldım o yerde.”
Biliyorsunuz; bu Şiir daha sonra Şekip Memduh Bey tarafından nihavend makamında bestelenmiş, çok da sevilmişti. Sizi bilmem ama ben şimdilerde de çok seviyorum; dahası, yalnızca sevmiyor, yukarıya aktardığım dizelerin son zamanlardaki ruhsal durumumu çok iyi dillendirdiğini düşünüyorum (!) “…Sessiz Tartışmalar” yapa yapa “sesiz adama” döndüm çünkü. Ancak,kim ne derse desin; ben, şarkının son dizelerinde söylendiği gibi; “Gönlümlehayalet gibi kalsam da o yerde…” aklım, bilgim elverdiğince bu türden çabalarımı sürdüreceğim. Bu kez, “…Sessiz Tartışmalarda son kitaplarımın “reklâmımı”; hani şu her biri yüz binler satan; birçok kez yeni baskıları yapılan kitaplarım var ya, onların tanıtımını yapacağım; kim bilir, belki sağda solda hâlâ duymamış meraklılarım kalmıştır☺ Yalnızca önce, yine birkaç sözüm olacak. Biliyorsunuz; “huylu huyundan vazgeçmezmiş”!
Selamlarımla*.
Yücel ÇAĞLAR
________________________________
* “- Sessiz Tartışmalar”ın çok uzun olmasından yakınan dostlarım için iyi bir haberim var: Bu “- Sessiz Tartışmalar” yalnızca on sayfa; gerisi “reklamlar”! Bir de “başlarken” şunu özellikle belirtmek istiyorum: Çoğunlukla söylemime takılıp, birilerine ya da herkese “fırça attığım” sanılıyor. Bir kez, ne böyle bir hakkım ne de cüretim var; bunun bilincindeyim: Gerektiğinde yalnızca eleştiri, bu “- Sessiz Tartışmalar”da olduğu gibi de özeleştiri yapmaya çalışıyorum. Özellikle kamu odaklı tartışmalarımda, haklı ya da haksız kızgınlıklarım oluyor. Ancak, şimdiye değin, en azından henüz kimseleri “Fenerbahçeli” olduğu için “dövmedim” ☻.
Lütfen; tartışmalara katılmasanız da hoşgörü, yalnızca hoşgörü bekliyor ve diliyorum. Çok şey mi istiyorum, sizce? Gerçekten de öyle mi; “huylu huyundan vazgeçmez” mi?Kim söylemiş, bilmiyorum; kimi atasözlerimiz gibi çok saçma bir söz bence. Tamam, özellikle sayıları günümüzde giderek artan koskoca “adamlar” yalan söyleme, inkâr etme, gözünün önünde olup bitenleri görmezden gelme, kin duyma ve duydurma, dönme vb olumsuz huylarını hiç değiştirmiyor; dahası, giderek pekiştiriyor. Elimden gelse canlarına okuyasım geliyor bu “tiplerin” “Dün” olumlu sayılabilecek değerlere, tutumlara sahip olduğunu söyleyebileceklerimin,neredeyse “bir gece ansızın” huy değiştirip, bağışlayın, batakçı, arsız, düzenbaz olup çıkabilmelerine “fena halde bozuluyorum”. Hele o siyasal dönekler yok mu; ne adını anmaya ne de görmeye katlanabiliyorum. Bir de gözünün önünde olup bitenleri yalnızca izleyenler var ya… Neyse; henüz tartışmaların başında ve de bahar kapıdayken Sizleri de germeyeyim. Biliyorum; “- Nerden çıktı şimdi bu huy değiştirme muhabbeti?” diyorsunuzdur; haklısınız, açıklayayım: Gerçekte çok açık: Öteden beri taşıdığımız kimi olumsuz, kötücül huylardan artık kurtulalım istiyorum. Bunun hem gerekli hem de olanaklı olduğunu düşünüyorum: Gerekli çünkü bu huylarımızın kimileri hem kendimize, sevdiklerimize hem de toplumuza, yanı sıra, Ülkemize zarar verebiliyor. Olanaklı çünkü günümüzde bilgilenme kaynakları son derece varsıllaştı, erişilmesi kolaylaştı. Kısacası; kişi istediğinde, gerektiğince çaba gösterdiğinde huyunu olumlanabilecek doğrultuda değiştirebilir. Sorun bu değil; sorun, hangi huyunu değiştireceğinin belirlenmesinde. Çok açık,; bu bağlamda sigara, içki vb kişisel “muzırlıkların”bırakılmasından değil, ortak sonuçları olduğunu düşündüğüm olumsuz huylardan arınmaktan söz ediyorum. Ben, içtenlikle isterse insanların bunu da başarabileceğimizi düşünüyorum; yeter ki gerçekten yeterince istesin, yanı sıra, olabilecekleri göze alabilsin. Sözgelimi özellikle bizler gibi küçük kentsoyluların, ayırdında olsa da olmasa da çoğunluğunun içinde  bulundukları;
ü duyarsızlıklardan;
ü katılımsızlıklardan;
ü paylaşımsızlıklardan;
ü yüzeysel olanlarla yetinme alıĢkanlıklardan;
ü tepkisizliklerden;
ü yapıyormuş, düşünüyormuş gibi yapılıp yapmamalardan;
ü önyargılı davranışlardan;
ü sevgilerin, hoşnutlukların, öfkelerin gizlenmesinden, bastırılmasından;
ü “bilgisizken fikir sahipliği” taslamaktan;
ü kolaycılıklardan;
ü demokratmışçasına davranmaktan
vb huylarımızdan arınmamızdan… Özellikle günümüzde, bu huylarımızdan arınmamızın bize sağlayabileceklerinin egemen ve yaygın değer yargıları yönünden hemen hemen hiçbir olumlu getirisinin olmayabileceğinin bilincindeyim kuşkusuz. “- Öyleyse, huy değiştirmek gibi zorlu, özverili ama bana hiçbir yarar sağlamayacak çabalara neden gireyim ki?” diye düşünenlerdenseniz eğer, siz de haklısınız girmeyin bence de (!) Dolayısıyla bu, “…Sessiz Tartışmalar”ın gerisini okumanıza gerek hiç yok; ben de, “kalan sağlar benimdir” sanarak tartışmamı (!) onlarla sürdürüm.
· “…Sessiz Tartışmalar”ı okuyor, tartışıyor musunuz?
Ne saçma bir soru; az ya da çok okuyorsunuz ki, bu kez de buraya değin gelebildiniz; umarım sonuna dek okuyabilirsiniz. Şimdi şöyle sorayım:
ü Bugüne değin size de toplam 26 “…Sessiz Tartışmalar” gönderdim; çoğunu mu
azını mı okudunuz?
ü Okuduğunuz “…Sessiz Tartışmalar”ın kaçını dostlarınızla da paylaştınız?
ü Siz de; “-Kendi kendine gelin güvey oluyorsun !” ya da “- Gölge boksu yapıyorsun!” yahut
“- Hep olumsuzluklardan söz ediyor, hep eleştiriyorsun; sıktın artık !” diyenlerden misiniz?
ü Öne sürdüklerime hiç mi katılmıyorsunuz ya da tümüne mi katılıyorsunuz?
ü Yoksa söylem biçemime mi kızıyorsunuz?
Yanıtlarınızı beklemiyorum kuşkusuz. Ancak şu soruya vereceğiniz yanıtı öğrenmeyi çok isterdim doğrusu; “…Sessiz Tartışmalar” kapsamında ele alıp kendimce tartıştığım konuları, öne sürdüğüm “savları” kendinizle ya da çevrenizdekilerle tartışıyor musunuz?” Kızmayın ne olur; hiç ama hiç sanmıyorum ! Kim bilir, belki kızıyor ama çok büyük bir olasılıkla hiç tartışmıyorsunuz… Böyle düşündüğüm içindir ki, kendime sıkça; “- Acaba tartışılmayacak denli saçma, yanlış görüşler mi öne sürüyor; boş sözler mi söylüyorum?” sorusunu soruyorum. Ancak; böylesi sorulara “Evet” yanıtını vermek “işime gelmiyor” olacak ki, başka sorular soruyorum kendime. Siz buna rahatlıkla, “topu taca atmak” da diyebilirsiniz kuşkusuz.Öte yandan; bu “…Sessiz Tartışmalar”da öne süreceklerimi kişisel bir yakınma olarak değerlendirirseniz eğer, “fena halde” yanılırsınız: 1970’li yıllardan bu yana böylesi “tartışmasız tartışmalar” içindeyim. Tanıyanlar bilir: En azından ormancılığımızda demokratik, üretken, verimli bir tartışma düzleminin oluşmasına katkıda bulunmayı çok istedim. Çok sayıda bildirinin - “bildirmemenin” mi deseydim acaba?- sunulduğu ancak çoğunlukla hiç tartışılmadığı, “havanda su dövmekten” öteye geçemeyen kongre, sempozyum, panel vb etkinliklerden artık sıkıldım çünkü. İlgi alanımla ilgili olduğunu düşündüğüm gelişmeler gündeme geldiğinde, çoğu kez en sataşkan söylemle yazılar yazdım, konuşmalar yaptım. Bunları yeterli görmediğimde dergiler çıkardım; sempozyum, söyleşi vb etkinlikler düzenledim, dernek kurdum, kitaplar yayımladım. Ama ne yazık ki, demokratik bir tartışma ortamı oluşturma isteğimi – “düşümü” mü deseydim acaba?- en azından gönlümce gerçekleştiremedim. Düşünüyorum da; “paylaşmaz”*, tartışmazsak düşüncelerimizi nasıl varsıllaştırabileceğiz; gerektiğince varsıllaştıramazsak, bu daha çok kimlerin işine yarayacak, söyler misiniz? Paragözler için “kefenin cebi yok” diyorlar; peki, çok merak ediyorum; “bilgi gözler” ya da “düşünce gözler”
için ne diyecekler acaba? · Sorular sorular sorular…
Çocukları bir de bu nedenle seviyorum; çok soru soruyorlar. Ne yazık ki, büyüdükçe sordukları sorular giderek azalıyor; azalması bir yana, tektipleşiyor da… Yaşantıları boyunca soru soranların, sorularının yanıtlarını alma ya da bulma çabasına girenlerin başlarına neler geldiğini görüyor sanırım. Sonunda soru sorma becerileri dumura uğruyor; tümden, “sorusuzlaşıp” uslu “büyüklere” dönüşüyorlar. Açık söyleyeyim; gerektiğince soru sormayan “büyükleri” sevemiyorum. Soru sormanın düşünme sürecinin ilk adımı olduğunu herkes biliyor ama çoğunluk
nedense “sormaz” görünmeyi yeğliyor. Oysa sorularla başlayıp sorularla yürümeyen tartışmalar yol açıcı olamıyor. Bu nedenle, bu “…Sessiz Tartışmalar”da da sorularla yürümek istiyorum.
Soru Bir: Tartışma becerisi gelişmiş bir toplum muyuz?
Böylesi genellemeli bir soru yanlıştır kuşkusuz; toplumuzda kimileri çok “yahşi” tartışmacıdır çünkü. Baksanıza; TV kanallarında, gazete köşelerinde yıldızlaşan ne çok tartışmacımız var. Öyle ki, bunlar hemen her konuda “topa girebiliyor”, attıkları şutlar çoğunluk kaleyi bulmasa da onlar her zaman ilk on birde  olabiliyorlar.  Ne var ki, modaları çok çabuk geçiyor onların; “Başkan” – “Reis” mi deseydim acaba?- her zaman daha iyilerini bulabiliyor; buluncada çöplüğe atıyor. Bence, onları pek ciddiye almamak gerekiyor; siz bilmem, ben hiç almıyorum.
Bu nedenle de, örneğin, Cumhuriyet ya da Sözcü vb “muhalif” gazetelerin kimi yazarlarını hiç anlayamıyorum.
Sevgili Dostum Felsefeci Ahmet İnam’ın “Panel Hüsnü/ye” başlıklı bir değinisinde betimlediği “hocalar” var**: Öyle güzel “tartışıyorlar” ki, katıldıkları etkinlikte hiç tartışma olmaz! Çoğu kez birbirlerini dinlemiyor; arada bir dinleseler de ya ciddiye almıyorlar ya da öyle görünmeyi yahut birbirlerini “idare etmeyi” yeğliyorlar. İnam’ın o yazısının da yer aldığı kitabını “hocalarımıza” öneririm.
Geriye, çeşitli demokratik kitle örgütlerinin düzenlediği sempozyum, kongre vb “bilimsel” etkinliklerdeki “tartışmamalar” kalıyor. Bunca yıldır onlarcasına katıldım, izledim ya da sunuşlar yaptım. İnanır mısınız; çok azında ama gerçekten de çok azında ele alınan konuyla ilgili tartışmalar yapıldığına tanık oldum. Onların da çoğunluğunu, deyim yerindeyse, “alacak verecek meselesinden” (!) kaynaklanan didişmeler oluşturmuştur. Bin bir özenle hazırlanıp da heyecanla sunum yapanlar, sunum yaptıklarıyla kalmışlardır. Sunuş yapanlar ile izleyenlerin, benzetme yerindeyse, “sen ben, bir de bizim oğlan” kesiminden olan “açık oturum” ya da “paneller” ise, yine çoğunlukla, “iman tazeleme” işlevini * Sizleri bilmiyorum ama ben “paylaşmak”, “…size dönmek”, “panik yapmak” vb pek havalı ama bence
son derece anlamsız söylemlerden sıkıldım artık
** Ahmet İnam; Yaşam Bizi Çağırırken, “Panel Hüsnü/ye”, AĢina Kitaplar, 2006, Ankara; Sayfa 51
görür. Zaten sunuş süreleri her zaman kısıtlı (!) olduğundan, yanı sıra, etkinlikler hiç zamanında başlatılamadığından yahut oturum başkanları savrukluk ya da “artizlik” yaptığından tartışmaya da pek zaman kalmaz. Böylesi örnekler karşısında; en keskin, işlevsel tartışmaların ülkemizde köy kahvelerinde
yapıldığını söylersem sanırım pek de haksız sayılmam sanırım. Bu arada belirteyim; köy kahvehanelerinde o tartışmaları küçümsemek aklımdan bile geçmez. Bu nedenlerle olsa gerek; toplumumuzda, özellikle de son yıllarda, tartışma kültürünün iyiden iyiye dibe vurduğunu düşünüyorum. İsterseniz, şu anayasa değişikliği “tartışmalarını” bir de bu gözle izleyin.
Ormancılık alanında olup bitenlere gelince… Bu, boş bomboş bir söylem bence. Çünkü, tartışma, ormancılık kesiminde de tümden yitirilmiş bir edimdir. Sözgelimi; 1980 öncesinin meslek dergilerini, meslek örgütlerinin düzenlediği etkinlikleri, gerçekleştirdiği yayınları düşünüyor ve hüzünleniyorum. Öte yandan, sanırım anımsayanlar vardır: Ülkemizde dünya görüşü, daha doğrusu particilik temelli ayrışmanın belki de en keskin biçimde yaşandığı kesimlerden birisi de ormancılıktır; en azından bir zamanlar öyleydi. Ne yazık ki bu ayrışma, yeni boyutlar kazanarak günümüzde de sürüyor. Bu nedenle olsa gerek, ne TMMOB Orman Mühendisleri Odası ne Türkiye Ormancılar Derneği ne de “sağcı” ve “solcu” görünümlü kamu çalışanları sendikalar düzenledikleri etkinliklere karşıt görüşlüleri çağırıyor. Bu nedenle etkinlikleri de, görmez ve duymaz yurttaşlarımız beni bağışlasın; “körler sağırlar, birbirlerini ağırlarlar” olmaktan çoğunluk çıkamıyor.
Soru İki: Okuma alışkanlığı olan bir toplum muyuz?
Bu soru neden sorulur, verilen yanıtlar da, deyim yerindeyse “mal bulmuş Arap gibi” yüksek sesle açıklanır; yanıtlar karşısında şaşkınlığa düşülür, anlayamıyorum. Herkes bilir ki, okuma alışkanlığı son derece düşük olan bir toplumuz ve bunun nedenleri de herkes biliyor. Böyle iken Kültür ve Turizm Bakanlığı, sanki ortaya çıkan durumda hiçbir sorumluluğu yokmuşçasına 2011 yılında - neden güncelleştirmemiş acaba?- bir “Türkiye Okuma Kültürü Haritası”hazırlamış. Zahmet etmiş doğrusu; ancak, aynı zamanda turizm işlerine de baktığı için (!) yadırgamamak gerekiyor. Yine bu “haritadaki” kimi bilgileri sizinle de “paylaşmak” istiyorum: “Vatandaşlarımızın okuma alışkanlıklarını ortaya koymayı hedefleyen…” bu çalışmanın bulgularına göre;
(i) Rastgele kitap seçip, düzensiz okuyanlar: % 45,3
(ii) Seçici ve düzenli okuyanlar:
ü 7-14 yaĢ grubundaki bireyler: % 35,4
ü Kadınlar: % 29,1
ü Sadece yaşayanlar:% 32,4
ü Eşi hayatta olmayanlar: % 30,1
ü Bekarlar: % 29,0
ü Aylık 5000 TL'den fazla geliri olanlar: % 41,2
ü Evinde internet bağlantısı bulunanlar: % 26,4
ü Yaşamının büyük kısmını kentte geçirenler: %30,5
ü Kamu çalışanları: % 36,8
Ülkemizde yılda ortalama 7,2 kitap okunuyormuş. Yılda okunan ortalama kitap sayısı ise;
ü Seçici ve düzenli okuyanlar: 14,5 7-14 yaş grubu bireyler: 12
ü Kadınlar: 7,3
ü Erkekler: 7,1
ü Bekarlar: 10,1
ü Yaşamının büyük kısmını büyük şehirde geçirenler: 7,7
ü Aylık 3001 -5000 TL arasında geliri olanlar: 10,9
ü 4 kişilik aile bireyleri: 7,6
ü Evinde internet bağlantısı bulunanlar: 8,4
ü Öğrenciler 11,1
imiş. (Sayfa 8). Siz bu bulgulara inanıyor musunuz; ben çevremdekilere bakıyor ve kesinlikle inanmıyorum. Yılda ortalama 7,2 kitap okunuyormuş; haydi canım… Öte yandan, doğaldır ki bu veriler yörelere göre değişiyor. Bu nedenle bir de illere göre bir yılda okunan ortalama
kitap sayısı haritası da çıkarılmış (Sayfa 9):
İnanırsınız inanmazsınız, bilemem ancak bana da “tuhaf” gelen bulgular böyle; sanırım siz de hiç şaşırmadınız. Sözcüğün tam anlamıyla “malumu ilan”! Bir de Yakın Doğu Üniversitesi Deneysel Sağlık Bilimleri Araştırma Merkezi’nin (DESAM) bulguları var: Bu bulgulara göre*;
“Türk halkı günde 6 saatini televizyona, 3 saatini ise internete ayırırken, kitap okumaya yılda ancak 6 saat vakit ayırıyor... Türkiye'de okuma alışkanlığı yok denecek kadar az. AB ülkelerinde yüzde 21 olan kitap okuma oranı, Türkiye'de sadece yüzde 0,01”
Açıktır ki, bu türden araştırmaların bulgularından çıkarılabilecek tek sonuç; ülkemizde kitap okuma düzeyinin son derece düşük olduğudur. Eeeee?
“- Peki Arkadaş; “malumu ilan” olarak nitelediğin bilgilere bu bağlamda sen neden yer verdin?” derseniz
hemen söyleyeyim: Kitap –ki, bu bağlamda yalnızca bir anıştırma amacıyla kullanıyorum okuma, gerektiğince tartışabilmenin alt yapısını oluşturur; anlamlı, üretken bir tartışma ancak bu alt yapının da sağladığı olanaklar gerektiği gibi kullanılabilirse gerçekleştirilebilir. Dolayısıyla, okuma düzeyinin bu denli düşük olduğu ülkemizde böylesi tartışmaların olabilmesi büyük ölçüde rastlantısaldır. Çoğunlukla olan ise tartışma değil kavgadır, didişmedir. Şöyle bir gözünüzün önüne getirin: Pazar ve sonraki günler yapılan o bitmez tükenmez futbol ya
da “survivor” yahut evlendirme izlencelerindeki tartışmaları; “Kim Beş Kuruş İster?” (!) adıyla yayımlanan yarışma izlencesindeki akıl almaz bilgisizlikleri.
Bir de “nitelikli okumamalar”; kendi uzmanlık alanı dışında, kitap ya da dergi bir yana, tek satır bile okumayanlar var. Onlar için söyleyebileceğim tek söz, Anneannemin ; “Tanrı onları ıslah etsin!”; başka ne söyleyebilirim ki?
Soru 3: “80/20 ilkesini” (Pareto İlkesi) bilir misiniz? Ben bilmiyordum, yeni öğrendim: 1897 yılında İtalyan ekonomici Vilfredo Pareto’nun geliştirdiği bu ilkeye göre, pek çok olguda % 80-% 20 oranları geçerliymiş: Örneğin bir ülkenin
dışsatım gelirlerinin % 80’i, o ülkenin dışa sattığı ürünlerin % 20’sinden sağlanıyor vb. Gerçekten de, bu örnek, ülkemizin dış ticaretinde de geçerliymiş. Araştırmanın ilginç bir bulgu- * “Kitap Okuma Oranı, Türkiye'de Sadece Yüzde 0.01”
http://www.sozgazetesi.org/index.php/kueltuer-sanat/2073-kitap-okuma-oran-tuerkiye-de-sadeceyuezde-
0-01 suna göre ülkemizdeki yayınların da % 80’i, üniversitelilerin % 20’si tarafından üretiliyormuş
*. Bu “ilke” doğruysa eğer aklıma şu soruların gelmesi hiç yadırganmamalı bence:
ü Üniversitelilerin (“hocaların”, doğal olarak da öğrencilerinin) ya düşündüklerini
yazma becerisi yahut cesareti ya da yazmaya değer düşünceleri yok!
ü Toplumun üniversite “hocalarından” çocuklarını kolayca iş bulabilecekleri bir alanda “yetiştirmek”; yalnızca “hocalıklarını” yapmaları dışında hiçbir beklentisi yok!
Bence, ne bu sorular ne de söz konusu bulgular o denli önemlidir: Bence üniversitelilerin ne denli yazdıklarından çok neler –konularını değil, ele aldıkları konularda neler yazdıklarını söylemek istiyorum- yazdıkları çok daha önemlidir.**
Bilirsiniz: Ülkemizdeki üniversitelilerin çoğunun belirli bir yazma dönemleri vardır: “Dr”, özellikle de “doçent” yahut “profesör” olmazdan önce çoğunlukla yazmaktan başlarını kaşıyacak zamanları olmaz. Bu “kariyerlere” ulaştıktan sonra ise bu “yazışkan” dönemleri büyük ölçüde biter. Çünkü ilgili hukuksal düzenlemeler onların bu dönemlerde yazmalarını zorunlu kılar. Sonra? Sonrası yok, artık “hocadırlar”; yetmez mi?
Soru 4: Yazılı ya da sözlü tartışmak (“çatışmak”) neye yarar?
Bilirsiniz, atalarımız (ya da Namık Kemal?), bu soruyu çok anlamlı biçimde yanıtlamıştır:
“Müsademe-i efkardan bârika-i hakikat doğar”
( "Gerçeğin kıvılcımı, fikirlerin çatışmalarından çıkar")
Günümüzde çoğunlukla göz boyayıcıların işine geldiği durumlarda öne sürdükleri bu sav ancak kimi koşullar yerine getirildiğinde gerçekleşebilir ve bir anlam taşır. Bu koşulların yerine getirilmesi bir yana nasılsa kıyıda köşede oluşmuş koşulları da ortadan kaldırmaya yeminli “Başkan” gibilerinin dilinde ise, futbolcu söylemiyle yalnızca “zaman çalmaya”, “hakemi yanıltmaya” yarar. Tartışmaya çalışanların başına örülen çorapların her gün bir yenisine tanık olduğumuz şu günlerde pek yararı olmasa da anımsanmasında yarar var: Gerçekten de "fikirlerin çatışmasından gerçeğin kıvılcımının çıkması” isteniyorsa eğer, en azından;
ü “çatışmaya” değer fikirlerin,
ü “çatışmaya” girmeyi göze alabilecek yüreklilerin,
ü “çatışmanın” anlamlı bir amacının,
ü “çatışmanın” özgürce yapılabileceği ortamların,
ü “çatışmanın” hoşgörülü, yeterince bilgili tarafları ile olası katılımcılarının (izleyicilerinin)
bulunması gerekiyor.*** Bu gerek yerine getirilmediğinde, ortaya yalnızca bir kakafoninin ya
da Orhan Asena'nın vatandaş ile devlet arasındaki iletişim kopukluğun sergilendiği “Sağırlar Söğüşmesi” (1968) adlı oyunundakileri anımsatan kargaşanın yaşanması kaçınılmaz olur. Sanırım örnek vermem gerekmiyor.
* Özgür Polat; “80-20 kuralı hayatınızı değiştirebilir”, Hürriyet Kitap Sanat, 24 Şubat 2017, Sayfa 14.
** Gel de aktarma şimdi: “Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, yüksek lisans ve doktora tezlerinin yüzde 34’ünde “ağır intihal” yani bilimsel hırsızlık yapıldığını ortaya koydu. Vakıf üniversitelerinde intihal oranı yüzde 46 seviyesine çıkarken kamu üniversitelerinde bu oran yüzde 31 oldu. Bilimsel çalışmaların “orijinal” olup olmadığını gösteren benzerlik indeksinde de dünya ortalaması
yüzde 15 iken Türkiye’de bu oran yüzde 28,5 çıktı.” (http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/egitim/559487/Akademide_intihal_depremi.html; Erişim 27 Şubat 2017)
*** Aklıma geldi: Doktora yapan tanışık olduğum bir meslektaşım, tezinin “Literatür Taraması” kapsamında aynı konuda yaptığım bir çalışmanın tutarsız olduğunu da belirtmiş ancak tutarsızlıklarını açıklamamış. Ben çok sonradan rastlantıyla öğrenmiştim. “Doktora Hocası” benim de “Doktora Hocam”
idi; toprağı bol olsun. Meslektaşıma yazıp, çalışmamın tutarsızlıklarını öğrenmek istemiş; bu tutarsızlıkları meslek dergilerinin birisinde de sergilemesini önermiştim. Hiçbirini yapmadı. “O şimdi Profesör”☻
Ben, ülkemizde "Gerçek kıvılcımının, fikirlerin çatışmalarından çıkabileceği" koşulların, üniversitelerde bile gerektiğince bulunmadığını; yaygın olanın “hocalık”-“talebelik” olduğunu düşünüyorum.
· Aklıma takılanlar…
Gerçekte, bunca yıldır tartışmaya çabalayan ancak sonunda “...Sessiz Tartışmalar”la yetinmek durumunda kalan bir yurttaşınız olarak aklıma takılan pek çok konu var sizlerle “paylaşmak” istediğim. Ne ki, bu bağlamda yalnızca ormancılığımızla ilgili gördüklerimi sizlere rastgele örnekleyebileceğim:
ü Tek boyutlu düşünme, sorgulama ormancılığımızda da son derece yaygın bir durumdur.
Öyle ki, hem uygulamacı ve araştırmacı orman mühendisleri hem de orman fakültelerindeki “hocalar” kendi uzmanlık, uğraşı alanları dışında olup bitenlerle neredeyse hiç ilgilenmeyebilmektedir. Buna karşılık; uğraşı alanlarıyla ilgili alanlardaysa, ender olarak gündeme gelen çok boyutlu tartışma girişimlerini, “ast-üst” düzeninin sağladığı olanaklardan da yararlanarak kolaylıkla sindirebilmektedirler. Bu durumun yol açtığı olumsuzluklara hiç olmazsa aklıma gelen birkaç örnek vereyim:
· Orman fakültelerinin sayıları saçma sapan gerekçelerle ya da hiçbir gerekçe gösterilmeden sürekli olarak artırılabilmekte; dolayısıyla işsiz orman mühendislerinin sayısı kaçınılmaz olarak giderek büyümektedir. Kimi orman fakültelerindeyse, orman ekosistemi yönetimini iyiden iyiye bütünsellikten uzaklaştırılabilecek, yanı sıra, orman mühendisliği öğretimini ikincilleştirilebilecek bölümler açılabilmektedir.· Orman fakülteli bir “hoca” öğrencilerine orman  ekosistemlerinin yönetiminde en önemli yönlendirici belgelerden birisi olan “orman amenajman planlarının” orman işletme planı olduğunu öğretebilmektedir.
· Neden gündeme geldiği, kimler tarafından nasıl hazırlandığı, olası getiri ve götürüleri gerektiğince sorgulanmayan yabancı kaynaklı ormancılık “projeleri” rastgele artırılmakta ancak ne meslek örgütleri ne de orman fakülteliler tarafından tartışma konusu yapılmaktadır.
· Plan kavramıyla uzak yakın hiçbir ilişkisi olmayan onlarca “eylem planı” yapılabilmekte; onların da nasıl hazırlandığı ve ne pahasına uygulandığı, yanı sıra, ne sonuçlar verdiği kimselerce dert edinmeyebilmekte; ilgili kuruluş,onlarca uzmanının varlığına karşın “Türkiye Ulusal Ormancılık Programı (2004-2023)” gibi bir ulusal belgeyi, emekli bir orman mühendisine yazdırabilmekte, bu amaçla “uzman” bellediği kişilerden danışmanlık hizmeti satın alabilmektedir.
· 6831 sayılı yasanın 57. maddesine açıkça aykırı olan ve “özel ağaçlandırma”  denilen uygulamalar kapsamında hem Anayasanın 169. maddesine aykırı işlemler yapılabilmekte hem de “bozuk” ya da “verimsiz” - yeni tanımlarıyla “boşluklu kapalı orman”?- sayılan orman ekosistemleri badem, ceviz, kestane vb meyveli ağaçlıklara dönüştürülebilmekte;
ancak bu “doğa” korumacıları bir yana başta yine orman fakülteliler olmak
üzere ormancılık kamuoyunda bile hiç tartışılmayabilmektedir.
· Cumhuriyetimizle yaşıt bir ormancılık meslek örgütü, düzenlediği “kongrede” ele alınabilecek konulara açıklık getirirken 6831 sayılı Orman Kanunu’nun ünlü 2. Maddesinin “A” ve “B” bendlerinin yanı sıra bir de maddede olmayan “2C” bendini sayabilmektedir. Dahası; “Kongrenin” hepsi de orman fakültelerinde öğretim üyesi olan “Bilim Kurulu” ile “Kongre Sekreteryası” üyeleri bile bu yanlışın ayırtına varamayabilmektedir.
· Tümüyle gönüllü çalışmalar yapan bir dernek son derece kısıtlı olanaklarıyla “bilimsel”yazıların, incelemelerin yer verildiği bir yıllık çıkarıyor. Bu amaçla, bir “Danışma Kurulu” da oluşturuyor. Dokuz yıl boyunca her yıl düzenli olarak çıkardığı yıllıkları başta orman fakülteleri, ormancılık araştırma müdürlülükleri olmak üzere tüm ilgili (!)kuruluşlara ve kişilere ücretsiz olarak gönderiyor. Ancak, olumlu ya da olumsuz tek bir tepki alamayabiliyor; orman fakülteliler başta olmak üzere “akademik çevrelerden” ancak 3-5 yazı katkısı alınabiliyor. Sonunda da yıllık, yazısızlıktan çıkamaz duruma gelebiliyor. Aynı Dernek, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere çeşitli ülkelerarası kuruluş tarafından desteklenen projelerinin bitiminde ulaştığı sonuçları yayımlıyor yine aynı kuruluş ve kişilere ücretsiz olarak gönderiyor; ancak aynı tepkisizlikle karşılaşabilmektedir.
Öyle ki, sözü edilen kişi ve kuruluşlar, gönderilen yayınları aldıklarını bile
bildirmeyebilmekte; küçük bir teşekkürü bile esirgeyebilmekte; onca gönüllü emeği,özveriyi yok sayabilmektedir.*
· Ormancılıkta zaman ve ortam pek çok yönlerden ayırt edici ve belirleyici olgulardır.Başka bir söyleyişle, ormancılık bilgileri, çoğu durumda genel geçer bilgiler değildir. Öyle ki, kimi temel ormancılık bilgileri bile zaman ya da yöre koşulları yahut orman ekosisteminin özellikleri vb etmenlere bağlı olarak aynı düzeyde geçerli olmayabilir. Böyleyken, ülkemizde “tek tip” ormancılık yönetimi günümüzde de sürdürülebilmektedir.
· Ülkemizde “orman tarihi” yaklaşımının, gereğinin bilincine henüz varılamamıştır. Oysa,başta “orman envanteri” çalışmaları sırasında bu yaklaşımın gerektirdiği alt yapı büyük ölçüde oluşturulabilmektedir. Ek olarak; “ormancılık tarihi” bile orman fakültelerinin orman mühendisliği bölümlerinde çoğunlukla “seçmeli ders” görülebilmekte; bu derslerde ağırlıkla yasal düzenlemelerdeki değişmelerle ilgili tarihsel bilgiler verilebilmektedir.
Sayılarını daha da artırabileceğim bu durumların çoğunu çeşitli “…Sessiz Tartışmalar”da sergilemeye, tartışmaya çalıştım. Düşünüyorum da; benim gibi “ununu elemiş, eleğini asmış” birisine mi düşerdi böylesi çalışmalar?
Bu bağlamda daha fazla örnek vermeyeceğim; üzülüyor ve kızıyorum çünkü.
ü Toprağı bol olsun Uğur Mumcu’nun sıkça kullandığı Hint atasözünü bilirsiniz: “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz!” Olamaz ama ülkemizde olunuyor; hem de nasıl… Örneğin, TV kanallarının “kadrolu” gazetecilere bakın; nasıl da her konuda “fikirler” öne sürebiliyorlar…
Ormancılık söz konusu olduğunda ise ülkemizde akıl almaz bir bilgisizlik
var. Daha açık bir söyleyişle; ormancılık dışı kamuoyunun ormancılıkla ilgili bilgilenmeleri, - biliyorum çok kızacaklar ama söyleyeceğim- çoğunlukla, deyim yerindeyse, hâlâ “kör cahil” denebilecek düzeydedir. Böyleyken, neler neler söyleyebiliyorlar; tanık oldukça şaşırıyorum; özverili gönüllü çabaları karşısında üzülüyorum. Yine de yaşadıklarımdan, gözlemlerimden birkaç örnek vereyim:
· Çokça sanılıyor ki, “ormanlar” yalnız orman, ormancılık da yalnızca teknik, ekolojik bir uğraşı alanıdır. Orman mühendisliği öğrenimi görmüş olanlar arasında da yaygın olan bu yanılsama nedeniyle çoğu son derece gülünç durumlara düşülebilmektedir.
Bu bir yana; ülkemizin ekonomik, toplumsal ve siyasal tarihleriyle ilgili tartışmalar, açıklamalar son derece yetersiz olabilmektedir. Örneğin; ülkemizde “devletçilik” ve “özelleştirmecilik alanındaki çalışmalarıyla tanınan “bilimciler” bile ormancılık kesiminde bu alanlardaki gelişmeleri gözden kaçırabilmekte; “devrimci” olduğunu öne süren sendikalar bile köleler gibi çalıştırılan ağaç kesme, tomruklama ve taşıma işçilerinin sorunlarıyla hiç ilgilenmeyebilmektedir.
· “Orman popülizmi”, “ağaç popülizmi” giderek yaygınlaşırken ormancılık alanında gündeme gelen hemen hemen hiçbir ekolojik, ekonomi politik, dolayısıyla toplumsal * Bir zamanlar, toprakları bol olsun; örneğin Prof.Dr.Cavit Orhan Tütengil, Prof.Dr.Suat Aksoy, Prof.Dr.Muammer Aksoy vb bilimcilerimizden öğrendiğim ne güzel bir gelenek vardı: Yayınını gönderenlere,
yine bir yayın gönderilerek teşekkür edilirdi. Acıyla anımsıyorum: Bir “hoca”, dersinde yararlandığı kitabımın adını soran öğrencilerine hiçbir açıklama yapmayabilmiş; öğrencileri öğrenebilir kaygısıyla kitabı dış ve iç kapağını yırtabilmiştir.
değişme ve gelişmeyi tartışma gündemlerine almayabilmektedir. Öyle ki, çevre sorunları alanında da uzman bir öğretim üyesi; ormancılıktaki “imar-ıslah” çalışmalarından söz edildiğini duyunca yapılanı “ormanların” imara açılması olarak değerlendirebilmekte, öyle de açıklayabilmektedir.
· 2012 yılında çıkarılan 6292 sayılı Orman Köylülerinin Kalkınmalarının  Desteklenmesi Ve Hazine Adına Orman Sınırları Dışına Çıkarılan Yerlerin Değerlendirilmesi ile Hazineye Ait Tarım Arazilerinin Satışı Hakkında Kanun hâlâ yalnızca “İkiB Yasası” olarak görülebilmekte, anlatılabilmektedir. Öyle ki, “Ana Muhalefet Partisi” de böyle bir yasayı destekleyebilmekte; kullandıkları –işgal ettikleri mi demeliydim acaba?- “İkiB” arazilerini satın alacaklara çeşitli ödeme kolaylıkları sağlanmasını savunabilmekte; çevre/doğa korumacı yurttaşlarımız bile yasanın yol açabileceği ekolojik sorunları dert edinmeyebilmektedir.
· Ne tarımcı, ne kent planlamacısı ne çevreci mühendislik alanlarının ne öğretim kurumları, ne meslek örgütleri “orman” sayılan alanlarda olup bitenlerle gerektiğince ilgilenebilmektedir.
· Yabancı ülkelerde hazırlanmış onca güzel belgeseller varken ülkemizdeki kitle iletişim araçları günümüzde bile “tek ağacı gözlerken ormanı görememe” durumundan, indirgemeci yaklaşımlardan, yanlış bilgiler vermekten kurtulma çabasına girmeyebilmektedir.
· Sanatçılarımız orman ekosistemlerini, yalnızca, söylem yerindeyse “arka fon” olarak kullanabilmekte; orman ekosistemlerinin diyalektiğini yapıtlarına içselleştirmek için gerektiğince çaba göstermeyebilmektedir.
Kısacası; ormancılık dışı kamuoyunun ormancılığımıza yabancılığı, daha da kötüsü, sığ indirgemeciliği tüm boyutlarıyla sürmektedir. Bu olumsuzlukların aşılması gerektiğini düşünüyorum.***
Tüm bu anlattıklarım kişisel sorunlarım mı sizce ya da kızgınlıkla yahut çaresizlikle söylenmiş sözler mi?
· Siz olsanız ne yapardınız?
Siz de orman ekosistemlerini gerçekten de benim sevdiğimce sevmiş olsaydınız; bunca yıldır edindiğiniz bilgi ve deneyimlerinizi karşılıksız olarak sunmayı, moda söylemle, “yaşam biçimi” olarak görseydiniz; emekten yana ekonomik politikaları savunsaydınız bu gerçeklikler karşısında ne yapardınız? Doğrusu çok merak ediyorum. Bilmeyenler için söylüyorum:  İ.Ü.Orman Fakültesi’nin Ekim 1970’de bitirdim. Başka bir söyleyişle; yaklaşık elli yıldır orman mühendisiyim. Çalışma yaşamımın büyük bir kısmında ormancılık politikası alanında araştırmacılık
yaptım. 1970’li yıllarda meslektaşlarıma ormancılığımızın ekonomi politik boyutlarını sergilemeye; 1980’den sonra ise, ormancılık dışı kamuoyunun ormancılığımızı da tartışma gündemlerine almasına yönelik çabalara ağırlık verdim. Sözgelimi;
· ülkemizde uzunca bir zamandır ormancılık gerçeklerimizle uyumlu, hem tarihsel hem de yöresel olarak kendi içinde tutarlı, kararlılıkla uygulanmasına çalıĢılan bir ormancılık politikasının olmadığını;
· ormancılık politikalarının kesinlikle en geniş anlamda kamu yararını* gözetme ilkesiyle ve demokratik bir süreç içinde geliştirilmesini ve uygulanmasının “olmazsa olmaz” koşul olduğunu;
· devlet mülkiyeti ve devlet ormancılığı düzeninin devlet kapitalizmini  çağrıştıracak biçimde kurulması ve yürütülmesinin kesinlikle en geniş anlamıyla kamuya yarardan çok zarar verdiğini;
* Her durum ve koşulda, orman ekosistemlerinin yönetir; bu kapsamda planlar hazırlar ve uygularken insanlarla birlikte orman ekosistemini oluşturan tüm varlıkların yararının bir sistemsel bütün olarak gözetilmesi anlamında kullanıyorum.
· orman ekosistemlerinin yalnızca mühendislik ideolojisine indirgenmiş bir anlayışla belki “işletilebileceğini” ama gerektiği gibi yönetilemeyeceğini; bu nedenle de orman fakültelerinde yalnızca “orman ekosistemi yöneticisi” (“yönderi”?) yetiştirilmesini; teknik iş ve işlemlerin ise temel ormancılık etkinliklerinin alanında öğretim yapan yüksek okul çıkışlılarınca yürütülmesi gerektiğini; gerektiğinden fazla orman fakültesinin ise kapatılmasının en geniş alamda kamu yararına olduğunu;
· orman ekosistemlerinin yönetilmesinin (korunması, genişletilmesi, iyileştirilmesi, işletilmesi vb) yalnızca Orman Genel Müdürlüğü gibi merkezi, siyasal yönlendirmelere açık bir kuruluşa bırakılmamasının; tüm karar ve uygulama süreçlerinde gerektiğince demokratik bir kurumun – geleneksel bir bakanlık ya da genel müdürlük değil!- çok daha işlevsel, etkin olabileceğini;
· işçisiyle, kamu görevlisiyle her düzeyde ormancı çalışanın ekonomik ve demokratik haklarının her durumda gözetilmesi gerektiğini;
· orman içinde ve bitişiğinde yerleşik yurttaşlarımızın çevrelerindeki “orman” sayılan yerlerin – yalnızca bu yerlerdeki orman ekosistemlerinin  işletilmesi değil!- yönetimine yabancılaştırılmamasını zorunlu olduğunu
düşündüm ve savundum. Böyle de olsa…
Görüşlerimi bir biçimde ulaştırabildiklerimin bu tartışmalarda savunduklarıma ne denli katıldıklarını (ya da katılmadıklarını), söylemimden hoşnutsuz olup olmadıklarını bilemiyorum.
İçtenlikle söylüyorum: Bu alanda yapılan ya da yapılacak olan açık ya da kapalı (?) eleştirilere saygı duyuyorum ama bu eleştirilerin bana ulaştırılmasını da istiyorum. Bunu hak ediyorum sanırım. Ancak, Şu durumları açıklayamıyorum:
· İlk “…Sessiz Tartışmalar”ı 2013 yılı sonunda göndermiştim; bu, yirmi altıncısı oluyor ve tümü yaklaşık olarak 500 sayfayı buluyor*. e-posta adreslerini bana ulaştıran ya da ilgilenebileceklerini umduğum yaklaşık 350 kiĢi ve kuruluşa, yanı sıra, kimi “…Sessiz Tartışmalar”ı ise ilgili kuruluşların merkez ve taşra birimlerine, özellikle de yöneticilerine gönderiyorum. Bugüne değin “…Sessiz Tartışmalar”da kişilere yönelik saldırgan bir söylemde bulunmamaya elimden geldiğince özen gösterdim. Gönderirken bu tartışmaları ya da içerdiği bilgiler ile verileri isteyenin istedikleri yerde istedikleri gibi kullanabileceklerini, izin almalarına gerek olmadığını; gönderilerimi istemediklerini bildirdiklerinde göndermeyeceğimi de belirli aralıklarla bildiriyorum. İlginçtir
(?), bugüne değin iki ya da üç “…Sessiz Tartışmalar” dışında hiçbir uyarı, eleştiri,
katkı almadım.
· Çalışmalarım sırasında çok ender olarak yardım isterim; başıma gelebilecekleri  bilirim çünkü. Yine de bir çalışmam sırasında bilgili olduğunu düşündüğüm, üstelik de “kadim dost” bildiğim bir meslektaş ile “hocadan” yardım istedim; yardımcı olabileceklerini söylediler. Gereksinmemi hem e-posta hem de telefonla bildirdim; bekledim bekledim bekledim… Ancak; yardım bir yana ne olumlu ne de olumsuz bir yanıt alabildim.
Daha sonra, yayımlanan çalışmamı imzalayarak onlara da verdim; verdim
ama en ufak bir mahçubiyet bile yaşadıklarını görmedim.
* Bir dostun yardımıyla “Blog” oluşturmaya kalkıştım; dostlarım, bu yöntemin daha paylaşımcı olduğunu söylemişti çünkü. Ancak, bir türlü sonunu getiremedik; fazla mı “mükemmeliyetçiyim” nedir?
Bu arada yeri gelmişken belirteyim: oduncugil@yahoo.com dışında elektronik ortamda hiçbir kanalı kullanmıyorum; bunu bile kullanmaya kalkışan bir “uyanık” taaa Amerika’dan İngilizce bir ileti yazıp dostlarımdan para istemişti; ne iştir, anlayamamıştım. Son zamanlarda ise kimi iletiler gitmiyor, kimi iletiler de bana ulaşmıyor; “ne iştir” anlayamıyorum.
· Kitaplarımı*, “ilgili” olduğunu düşündüğüm ama “fena halde” yanıldığımı artık anladığım elli dolayında kişiye ücretsiz olarak gönderilmesini sağlıyorum. Bırakın teşekkür etmeyi, kitapta yazılanları tartışmayı bir yana, benim ve yayınevinin uyarılarına karşın alıp almadıklarını bile bildiren ender olarak çıkıyor. Dolayısıyla, kitaplaştırabildiğim çalışmalarımın kimlerin ne işine yaradığını, daha doğrusu, yarayıp yaramadığını bile bilmiyorum. Bu tutumlara karşılık, bir yönetici meslektaşım, yönettiği birimin çalışmalarını da eleştirdiğim kitabımdan on onbeş adet satın alıp arkadaşlarına dağıtabilecek “yürekliliği” gösterdiğine de tanık oldum.
***
Şimdi son bir sorum olacak:
Sizce nerede yanlış ya da eksik yapıyorum; başka neleri nasıl ne yapmalıyım ya da
yapmamalıyım ki, “ürküttüğüm kurbağaya değsin”?
“Son sözlerim”…
Evet; ““gönlümle oturdum da hüzünlendim…”
Ama sözü daha fazla uzatıp sabrınızı taşırmamalıyım. Önce, buraya değin okumaya değer bulduğunuz için teşekkür ediyorum.
Söyledim ya;
ü ormancılığımızda demokratik bir tartışma ortamı oluşsun; benim de buna karınca kararınca bir katkım olsun;
ü “kaş yaparken göz çıkarmamalıyım”
istiyorum; ah, bir de bu isteğimi nasıl gerçekleştirebileceğimi bilebilsem… Hangi toplumsal ve siyasal koşullarda yaşadığımızın; ormancılığımızda olup bitenlerin bu koşullardan soyutlanmaması gerektiğinin bilincindeyim kuşkusuz. Ancak, Moğollar’ın ünlü Şarkılarında söyledikleri gibi,bu koşullara karşın yine de;
“…bişey yapmalı,hey bişey yapmalı,hey bişey yapmalı,Hey …”
da, neleri, nasıl yapmalı?
***
* Kitap olarak yayımlanabilecek boyuttaki çalışmalarımı yayımcılar dört gözle beklemiyor kuşkusuz.Bin bir güçlükle yayımlatabildiğim, ekte de “reklamını” yaptığım kitapların istek üzerine hazırladığım birisi dışında (ODTÜ Vakfı; 1300 TL!) hiçbirinden “telif ücreti” almadım. Ayıptır söylemesi; – bunu belirttikten sonra neden söylüyoruz ki?- kimi yayınlarımın olası satış gelirlerini ise ilgili kuruluşlara bağışladım. Kitaplarımı yayımlayan yayınevlerini, kuruluşlara teşekkür ediyorum. Belki, ayırdında
değiller; ülkemizde bir ilki gerçekleştirdiler.
“REKLAMLAR” “REKLAMLAR” “REKLAMLAR” “REKLAMLAR” …
Bilen biliyor: 2009 yılında beynimde gezintiye çıkan bir pıhtı, “sağ” (!) yanımı işgöremez duruma getirdi. Ben de sevinerek (!) “sol” yanımı harekete geçirdim. Hastaneden çıkar çıkmaz da, benim yokluğumu fırsat bilenlerin (!) neler yaptıklarını araştırdım; sağ olsunlar, hiç boş durmamışlar (!) Ben de hemen tezgâhı kurdum. Üretebildiklerimden kitaplaştırabildiklerim “piyasada” yüz binlerce satılıp yüz bilmem kaçıncı kez yeniden basıldı; dolayısıyla ben de tüm köşeleri döndüm
☺.Şimdi bu aşamada, hâlâ haberi olmayan dostlarımı bilgilendirmek istiyorum;
umarım tümüyle bitmeden yetişip alabilirler (!)
Yalnııııız; belirtmem gerekiyor: Ekte tanıttığım kitapların kimileri, gözden geçirilmiş,genişletilip güncelleştirilmiş “…Sessiz Tartışmalar”ı içeriyor; 

Kimileriyse özgün çalışmalarımdan oluşuyor. Biçiminin, biçeminin çoğu bilimciye ters gelebileceğini sanıyorum. Ancak, “her yiğidin yoğurt yiyişinin farklı olabileceğinden” hareketle fazlaca “takmayacaklarını”; benim “hoca” olmadığımı göz önünde bulunduracaklarını; olası “taşkınlıklarımı” hoş göreceklerini umuyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder